avatar

İnsanî Haller...
... yâni ben... yâni sen...

25/03/2016
Serap Eflanlı

Telefonda konuşurken; önündeki kağıda desen çizmek, "kırk yıllık imzamı değiştirsem, ne olur?" çalışmaları yapmak. En sevdiğin deftere, kenar süsü yapmak. Kendini, nedensizce grafik ve estetik kaygı taşırken bulmak. Televizyondaki ana haber bültenini, yılların alışkanlıklığıyla alınmış gazetedeki harflerin içini doldurarak dinlemek. Lokantada, İstanbul usûlü zeytinyağlı yaprak sarmanı beklerken, peçetedeki desenleri, keçeli kalemle belirginleştirmek. İşyerinde, Solaire oynamak ve içten içte dilek tutup, tüm kağıtlar açılsın diye, ummak. "Ne yapıyorsun?" diye soranlara, "...düşünüyorum" diye yanıt vermek.

Günlerdir birlikte uyumaktan şerazesi kaymış, altını çizdiğin pek çok cümlesi olan, çok sayfalı kitapta, yine can alıcı, kıskanılası bir cümlesini görmek yazarın ve hiç unutmamak için altını çizmek. Günün birinde eşe dosta "... ben yazmadım ama, bak, ne laflar biliyorum" demek.

Tesadüfen izlediğin bir yerli yapım filmin (zira sen, hep yabancı filmler, belgeseller izlersin), en çok etkilendiğin sahnesini anlatırken, boğazının düğümlenmesi, gözlerinin acıması ve, “… ay! of! ne saçma. ben de iyice salya sümük oldum ya hû!” diyerek, işi şakaya vurmaya çalışmak.

Gençliğinden bir klip. Müzik mırıl mırıl giderken, sahneye ağır adımlarla ilerleyen solistin, baterinin başına geçerek başlattığı ve içini coşturan ritimde, sözlerini anlamadığın şarkıyı, kendinden geçercesine söylemek; sesinin ve dans eden bedeninin güzel olduğuna inanmak.

Çocukluğunda ezberlediğin şiiri, şairi kendinmişçesine içten, dokunaklı okumak ulu orta yerde ve dinleyenlerin gözlerinden takdir toplamak.

………………

Papatya tarlasının içinde, tek bir papatyayı bile kopartmak istememek ve kendini, aralara serpilmiş nazlı gelincikler gibi hissetmek. Sabahın bir vaktinde işe giderken, -ne güzel ki- yolunun üzerinde olan meyve veren ağaçlarının çiçeklerine bakıp, “... yine açmışsın, aferin sana, dikkat et rüzgâra, yağmura e mi?..” diyen sesini duymak. Bir de, çiçeklere kafalarını sokmuş, keyifle popolarını titreten arılara, ağzın ballanmış gibi bakmak.

Yakın zamana kadar, nerede görürsen gör, yolunu değiştirdiğin, ya da olduğun yere kilitlenip, etrafa “… bakaaar mısınıız? bakaaar mısınıız lütfeeen?” diye bağırmana neden olan köpeklerden, artık korkmamak.

Yeşil bir kabuğun içinde, yuvarlak, lezzetsiz şeyler diye adlandırdığın sebzeyi, rus salatasından sabırla ayıkladığın uzun yılların sonunda; bir gün kararlı adımlarla, bir zerzevat tezgahına yaklaşıp, “... merhaba, yarım kilo bezelye rica ediyorum...” diyerek alıp, sanki hep yaparmışçasına, hiç tereddüt etmeden pişirip, afiyetle yemek.

Pek çok kıyıdaşını, zorbalığa, açgözlülüğe, “lüks"e kaptırmış ama, bekâretini korumakta ısrarcı bir sahilde, fırtınalı bir gecenin sonunda, sakinleşmiş, limonata tadında bir denize girmek ve suyun kaldırma gücüne duyduğun güvenle (nedense), dakikalarca sırt üstü durup, öylece gökyüzünü seyretmek.

“Benim bir gizli bildiğim var”, sözüne sığınarak, gemileri yakmak. Kuyruğu hep, dik tutmak. Ve fakat, gizli gizli “tuvalette” ağlamak.

Yorgun bir günde, birileriyle laf dalaşına girmek. Akşamında iki kadeh (iki ?) içtikten sonra, bokunla kavga ettiğini, anlamak.

Aynı gün, ülkede aylardır süren ölümlere, yenilerinin eklendiğini öğrenmek. Olanlar ve ölümler için acı dolu öfke beslerken, yakınların için endişe duymaktan utanmak.

………………

Velhasılı kelâm, günün sonunda; ovduğun omuzlarının en ağrıyan noktası, kaşıdığın sırtında elinin gitmediği en zor yer, okşadığın kendi “saçların”… Yani BEN...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler

Yorumlar Yorum Yap

Son Yazılar